Bu çağın hastalığı inançsızlık değil, ilgisizliktir.

Geçen gün Genç'in ara sokaklarında yürürken bir grup gençle karşılaştım. Ellerinde telefon, kulaklarında kulaklık, yüzlerinde yorgun bir ifade vardı. Selam verdim, ayaküstü biraz sohbet ettik. İçlerinden biri birden içini döktü: "Abi, bazen düşünüyorum; inançsız değilim ama içim bomboş. Namaz da kılamıyorum, dua da edemiyorum. Allah'ı inkâr etmiyorum ama... bilmiyorum, içimde bir şey eksik."

O cümle günlerce aklımdan çıkmadı. Çünkü aslında o genç sadece kendini değil, bu çağın gençliğini anlatıyordu. Bugün Diyarbakır'da da, İstanbul'da da aynı tablo var. Gençler inançsız değil; sadece ilgisiz. Kalpleri körelmiyor, ama beslenmiyor. Ruh aç kalınca zamanla hissizleşiyor.

Birçoğu Allah'ı inkâr etmiyor ama ilgisini kaybetmiş. Sabah kalkınca ilk işi telefonu kontrol etmek oluyor. Kimse artık güne "Elhamdülillah" diyerek başlamıyor. Kalpler zikrin değil, bildirim seslerinin peşinde. Ve o sesler, içimizdeki sesi susturmuş durumda.

Kur'an'da şöyle buyuruluyor:

"Bilesiniz ki gönüller ancak Allah'ı zikrederek huzura kavuşur." (Ra'd, 28)

Ama biz huzuru zikirde değil, gündemde arar olduk. Kalplerimiz dolu değil, karışık. İçimizde bir sürü ses var ama bir tane sükûnet yok. Gençlerle konuşuyorum; çoğu "Abi inanmak istiyorum ama kime güveneceğimi bilmiyorum" diyor. Bilgi çok ama güven az. Din anlatan çok, ama anlayan az. Söz çok, hâl yok. Aslında gençler Allah'a değil, O'nu yanlış anlatanlara kırılıyor.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) "Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin." buyurmuş. Biz ise çoğu zaman tam tersini yapıyoruz. Genci yargılıyoruz ama dinlemiyoruz. Oysa çoğu sadece biri tarafından anlaşılmak istiyor. Birinin "Seni anlıyorum, sen kötü biri değilsin." demesini bekliyor.

Bir üniversiteli genç bana, "Eskiden camiye giderdim, sohbetlere katılırdım, şimdi içimden gelmiyor." demişti. O değişmemişti, çevresi değişmişti. Sosyal medya, stres, kalabalık, yorgunluk… Hepsi kalbiyle arasına duvar örmüştü. Biz de o suskunluğu hemen "inançsızlık" sanıyoruz.

Ama bence mesele başka. Artık aynı evde yaşıyoruz ama başka dünyalardayız. Anne dizide, baba iş derdinde, biz telefondayız. Kimse kimseye dokunmuyor, kimse kimseyi duymuyor. Böyle bir ortamda kalp nasıl canlı kalsın?

Allah buyuruyor:

"Allah'ı unutan, bu yüzden Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın." (Haşr, 19) Aslında biz Allah'ı unutmadık; kendimizi unuttuk. "Ben kimim, ne için yaşıyorum?" sorusunu sormaktan korkuyoruz, çünkü cevabımız yok. Kendimize yabancılaştık. İşte burada, İslam'ı dert edinmiş bir gençliğe büyük görev düşüyor. Her zaman umut var. Bir genç gece yatağa girerken "Allah'ım, beni bırakma." diyorsa, orada hâlâ iman vardır. Belki küçük bir kıvılcımdır ama doğru bir ilgiyle alev olur.

Bugün gençlere nasihat değil, ilgi lazım. Sert söz değil, samimi dokunuş lazım. Birinin elini omzuna koyup "Sen değerlisin." demesi lazım. Çünkü bazen bir nasihat değil, bir ilgi kurtarır genci. Ama biz ilgiyi kaybettik. Çocuk büyürken yanında yokuz. Gencin derdi varken "Benim de işim var." diyoruz. Aynı sofrada oturuyoruz ama herkesin gözü telefonda. Sonra da "Gençlik nereye gidiyor?" diye soruyoruz. Oysa gitmiyor; yalnız bırakılıyor.

Oysa bizim inancımızın temeli ilgidir. Allah kuluna ilgisiz davranmaz. "Rahman" ve "Rahim" isimleri bile ilginin kendisidir. Resulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir yetimi görünce eğilir, göz hizasına inerdi. Bir genç hata yaptığında dışlamaz, kolundan tutardı. Biz de böyle olmalıyız. Bir genç yanlış yola saptığında hemen yargılamadan önce düşünelim: Acaba biz onunla hiç ilgilendik mi? Bir gün "Nasılsın?" diye sorduk mu? Yoksa sadece "Neden böylesin?" mi dedik? İlgisizlik sadece inançla ilgili bir mesele değil, toplumsal bir yara.

Bir gencin gözlerine bakmıyoruz artık. Selam verirken bile acele ediyoruz. Biri derdini anlatmak istese dinlemeye vaktimiz yok. Oysa belki o an, o gencin Allah'a tutunacağı tek dal, bizim bir cümlemizdir. İlgisizlik büyüdükçe kalpler donuyor. Ama ilgi, buzları çözer. Bir genç camide onu gerçekten dinleyen bir abi bulursa orayı bırakmaz. Bir öğretmen öğrencisine sadece notla değil, kalple yaklaşırsa o ders unutulmaz. Bir anne çocuğuna "Seni anlıyorum." dediğinde, o evde huzur başlar.

Bizim yeniden hatırlamamız gereken şey basit: ilgi.

Bir gence dokunmak, halini sormak, bir çay paylaşmak… Çünkü bu çağda iman nasihatle değil, ilgiyle güçlenir. Kalp, kendisiyle ilgilenilince güzelleşir. Bugün gençlerin çoğu Allah'a değil, ilgisizliğe yeniliyor. Ama hâlâ geç değil. Bir selam, bir muhabbet, bir "Gel çay içelim." cümlesiyle o bağ yeniden kurulabilir.

Sorun inançsızlık değil. Hiçbir genç Allah'a düşman olarak doğmaz. Ama ilgisiz bırakılan bir kalp zamanla her şeyden uzaklaşır. O yüzden bugün bize düşen şey belli: İlgiyi büyütmek. Çünkü bir gencin kalbine dokunmak, dünyayı değiştirmek gibidir. Belki o gencin duasında adımız geçer, farkında bile olmayız. Ama Allah bilir, o yeter.

İlgisizlik bu çağın hastalığı; ilgi ise hâlâ en güçlü ilacı.