Bir zamanlar akşamlar çok daha güzeldi…

Aile bireyleri bir araya gelir, sobanın ya da çaydanlığın başında sıcacık çaylar demlenir, sohbetin en samimi hâli yaşanırdı. Çocuklar dedelerinin anlattığı hikâyeleri dinler, anneler günün yorgunluğunu bir kahkaha ile unuturdu. Evlerin duvarlarında huzurun sesi yankılanır, mutluluğun resmi her akşam yeniden çizilirdi.

Ama artık o manzara, neredeyse birer masal gibi hafızalarımızda kaldı.

Bugün aynı sofrada oturan insanlar bile birbirine değil, ekranlara bakıyor. Televizyon dizileri, sosyal medya akışları, sanal dünyalar… Her biri, ailelerin arasına görünmez duvarlar örüyor. Eskiden bir bakış, bir tebessüm yetiyordu mutluluğa. Şimdi bir bildirim sesi, bir “yeni bölüm başladı” anonsu yetiyor yalnızlığa.

Bir zamanlar akşam yemekleri, aileyi bir arada tutan en güzel bağdı. Her lokmanın içinde muhabbet, her kelimenin ardında sevgi vardı. Şimdi ise sofralar sessiz; çünkü herkes kendi küçük ekranının esiri. Aynı evde yaşıyoruz ama farklı dünyalarda kayboluyoruz.

En acı olan ise şu:

İnsanlar, izledikleri dizilerdeki hayatları gerçek sanıyor. Her biri birer senaryo, her biri bir hayal ürünü olan sahneleri, kendi yaşamlarıyla kıyaslıyor. Dizilerdeki aşkları, evlilikleri, dostlukları, zenginlikleri ölçü alıyorlar. Sonra da kendi hayatlarını eksik bulup mutsuzluğa koşuyorlar. Oysa o dizilerdeki karakterlerin hiçbiri gerçek değil. O duygular, o hayatlar, o mükemmel tablolar sadece birer kurgudan ibaret.

Ama biz, o kurguya inandık.

Bir ekrandan gördüğümüz mutluluğu gerçek sandık.

Gerçek hayatın sade, bazen yorucu ama içten güzelliklerini unuttuk.

Bugün birçok evde iletişimsizlik kol geziyor. Aile bireyleri aynı çatı altında ama birbirinden uzak. Herkes kendi dünyasına kapanmış. Sohbet yerini sessizliğe, muhabbet yerini yabancılaşmaya bırakmış. Göz göze gelmek yerine, ekranlara gömülmeyi tercih ediyoruz.

Gerçek mutluluğun adresini şaşırdık.

Oysa mutluluk; bir dizideki “mükemmel çift”te değil, sofrada babanın gülümsemesinde, annenin tatlı telaşında, çocuğun masum kahkahasında gizliydi. Biz bunları bıraktık, yapay bir dünyanın soğuk ışıklarına sığındık.

Her geçen gün biraz daha kopuyoruz birbirimizden.

Ekranlarda başkalarının hikâyelerini izlerken, kendi hikâyemizi yaşamayı unuttuk. Kendi hayatımızda başrol olmamız gerekirken, başkalarının senaryosunda figüran olmayı seçtik.

Bu durum sadece toplumsal bir alışkanlık değişimi değil, aynı zamanda bir psikolojik çöküş. Çünkü insan, gördüğüyle düşündüğü arasında denge kuramazsa, gerçekle hayali karıştırmaya başlar. Hayalî bir dünyanın beklentileriyle gerçek hayatı yaşamak, kişiyi kaçınılmaz olarak tatminsizliğe sürükler.

Oysa çözüm çok basit:

Bir akşam televizyonu kapatın, telefonu bir kenara bırakın. Çayınızı demleyin, sevdiklerinizle yan yana oturun. Konuşun, gülün, anılarınızı anlatın. Göreceksiniz, o anda ruhunuzun nasıl hafiflediğini hissedeceksiniz. Çünkü gerçek huzur, hiçbir dizinin, hiçbir filmin sahnesinde yok. Gerçek huzur, insanın insana dokunduğu, kalpten konuştuğu, gönülden paylaştığı yerde var.

Ekranlar yalnızlığı çoğaltır, muhabbeti tüketir.

Gerçek hayat ise muhabbetle anlam kazanır.

Bir gün o eski akşamların sıcaklığını yeniden bulmak istiyorsak, önce ekranlardan başımızı kaldırmalı, birbirimizin gözlerine yeniden bakmayı öğrenmeliyiz.