Coğrafya kader midir bilinmez, ama bize kattıklarına ve bizden götürdüklerine bakıldığında İbn-i Haldun’a hak vermemek elde değil. Gözümüzü açtığımız bu coğrafyada öğrendiğimiz ilk kelimelerden biri hiç kuşkusuz taş olmuştu. İlk tabaklarımızı taştan yaptığımız gibi, kesici ve delici aletlerimizi de taştan üretmiştik. Göbekli Tepe’nin tarihine baktığımızda, obsidyen ve kireç taşına şekil vererek yaşamlarını anlamlandırmaya çalışan insanların macerasını görürüz.

Taş, kimisine göre sıradan ve kıymetsiz bir malzeme iken, bir mimarın elinde kale, saray ve evlerin yapı malzemesine dönüşebilir. Kadim bir mühendisin elinde taş, bir değirmenin göbek taşı, bir köprünün kilit taşı veya bir yapının kolonuna dönüşebilir. Taş, bir çobanın savunma aracı, bir mezarın kitabesi, bir kuşun yuvası, bir barajın bendi olarak da karşımıza çıkar.

Taşın kullanım alanları ve geçmişine baktığımızda ona birçok anlam yükleyebiliriz; fakat kafama takılan bazı sorular vardır. Mesela, sert ve katı birine neden taş kalpli denir? Ya da acımasız birine “taş gibisin” yakıştırması ilk kim tarafından yapılmıştır? Taş, hayatın her alanında kullanıldığı bir coğrafyada, deyim ve atasözlerinde yer bulmuş; ancak çoğu zaman bu sözlere yüklenen anlamlar negatif olmuştur. Oysa taş, yalnızca sertlik değil, süreklilik, direnç ve sessiz bir bilgelik de taşır. Belki de taşın sessizliği, insanlara sabrı ve dayanıklılığı öğretir; tıpkı binlerce yıldır sessizce ayakta duran kayalar gibi.

Taşla ilgili kaleme alınan ilk kapsamlı kitabın İbn-i Sina’ya ait olduğunu ve Batı dillerine çevrilirken çevirmenlerin kendi isimleriyle yayımlandığını öğrendiğimde taşlara olan ilgim katlanmıştı. Artık taşlarla ilgili en küçük bilgi bile dikkatimi çekiyordu. Mesela, tüm taşların suda battığını düşünüyordum, ta ki pomza taşını öğrenene kadar. Bu farklılık, bir taşa ne katabilirdi ki? Araştırınca sünger taşı, köpük taşı, topuk taşı, nasır taşı ve küvek gibi isimlendirmelerin pomza taşına ait olduğunu ve birçok alanda kullanıldığını öğrendim.

Taşlara olan ilgimi zirveye çıkaran ise Kur’an’daki bir ayet oldu. Bakara Suresi’nde yer alan: “Bundan sonra kalpleriniz yine katılaştı; artık kalpleriniz taş gibi, hatta daha da katıdır. Taşın öylesi var ki ondan ırmaklar kaynar; öylesi de var ki çatlayıp bağrından su fışkırır; bazı taşlar da var ki Allah korkusuyla yuvarlanıp düşer; Allah, yapmakta olduklarınızdan habersiz değildir.” ayetinde, taş kalpler ifadesiyle, katılaşmış kalplerin taşlar kadar olamayacağı gibi taşların mecazi olarak canlılık ve dirilik sembolü olduğuna vurgu yapılmıştır.

Bilimsel bir keşif ise taşların gizemini daha da derinleştiriyor. Pasifik Okyanusu’nun ortasındaki Clarion-Clipperton Bölgesi’nde, bilim insanları polimetalik nodüller (okyanus tabanındaki taşlar) aracılığıyla, ışığın hiç ulaşmadığı derinliklerde oksijen üretildiğini keşfetmişti. Bizler taşları sert ve cansız bilirken, onların ağaçlar gibi oksijen üretebilmesi, canlılığın bir emaresi olarak büyük bir buluştu. Bu keşif, kadim bilgilerimize meydan okuyan bir buluş gibiydi ve taşlara bakış açımızı kökten değiştirdi.

Kâinatın Xalıkı, hiç ummadığımız bir yerden bize birçok ders vermişti. Diriden ölüyü var ettiği gibi, ölü olduğu sanılanın da diriliğine işaret ediyordu. Sıradan ve önemsiz gibi görünen taş, insanlığın hayatını sürdürmesine birçok yönden olanak sağlıyordu. Ve Kâinatın Yaratıcısı her şeyin kendi kudretiyle var olduğunu hatırlatıyordu. Bu bağlamda taş, hem geçmişi hem de geleceği birbirine bağlayan sessiz bir tanık olarak üzerinde derin analizlerin yapılması gereken belki de en önemli yapı unsurudur.