Ansızın bir kelime takıldı aklıma. Beni benden alıp daldırdı dillerin deryasına. Boğulmamak için bir gemi, bir kayık lazımdı bana. “Mekik” kelimesini ilk kullanan kişi acaba neyi anlatmak istemişti? Maziye gitmeden önce “mekik” kelimesinin bugününü kovalamaya karar verdim.
Mekik denince elbette birçok kişinin aklına farklı şeyler gelecekti. Benim aklıma gelen ilk anlam, bir spor egzersizi olarak “mekik”ti. Anneme sorunca, mekik oyası, dikiş makinesinin altındaki bir aparat ve halı dokuma tezgâhında gidip gelen parçaya da “mekik” denildiğini öğrendim. İş gittikçe karmaşık bir hâle geliyordu; bu yüzden babama danışmaya karar verdim.
Babam, uzay gemilerine “uzay mekiği” de denildiğini, ayrıca haber dilinde “mekik dokuma” ve “mekik diplomasisi” ifadelerinin kullanıldığını hatırlattı. Tüm bu kullanımlar arasında bir bağ olmalıydı; ama dikiş makinesinin bir aparatı, mekik çekme hareketi ve uzay mekiği arasında nasıl bir ilişki olabilirdi ki?
Merakım beni şehrimizin kütüphanesine götürdü. Mekik kelimesinin etimolojisine, yani serencamına bakmak istedim. “Mekik” kelimesi Farsçadan dilimize geçmiş; aslı “makuk”muş ve kayık anlamına geliyormuş. Anlaşılan o ki bütün bu kullanımlar, aynı kökten türemişti. Egzersiz yapan bir sporcunun ileri geri hareketi, kayığın suda gidiş gelişine benziyordu. Aslında tüm anlamlar, bu salınım fikrinden doğmuştu: dikiş makinesinin aparatı, dokuma tezgâhındaki parça, mekik oyası, mekik dokuma ve mekik diplomasisi... Hepsi aynı mantığın farklı yansımalarıydı.
Dillerin deryasında beni benden alıp götüren kelimenin asıl anlamının “kayık” olması, içimdeki tedirginliği alıp götürmüştü. Çünkü mekik kayık demekti, yani bir nevi gemi. Fakat asıl soru şuydu: Kurtuluşuma vesile olacak gemi hangisiydi?
Bir haber başlığı geldi aklıma: Elon Musk, bir uzay mekiğiyle Mars’a insan gönderecekmiş. Bu gemiye binmek isteyen insanlar arasında en çok başvuru Türkiye’den yapılmıştı. Kelimelerin deryasında kaybolmaktan korkan ben, şimdi gezegenler arasında hayali bir yolculuğa çıkmıştım.
Ama bu gemiye çok az kişi alınacaktı. Seçilenler, aristokratlar ve zengin iş insanlarından oluşuyordu. Aslında bu, olası bir felaket sonrası yok olan dünyaya alternatif bir yaşam alanı arayışından başka bir şey değildi. Böyle bir gemiye dâhil edilmem pek mümkün görünmüyordu; ama insan, hayal etmeden de duramıyor.
Bir anda aklıma Samsatlı filozof ve ilk bilimkurgu eserinin yazarı Lukianos geldi. Yaklaşık 1800 yıl önce kaleme aldığı eserinde, olimpiyatlarda yarışan 50 atletten oluşan bir mürettebatla Aya yolculuğun kapılarını aralamıştı.
Ben de bir arayış içindeydim. Denizde yönünü kaybetmiş bir kayık gibi, hakikate tutunmaya çalışıyor; bir o yana bir bu yana savruluyordum. Derken zihnimde Hz. Nuh’un gemisi belirdi: mürettebatı hakikat aşığı olan, bugünkü dünyaya değil ebedî hayata müştak bir topluluk. Zengin, aristokrat ya da atletlerden değil; her kesimden, her seviyeden insanlardan oluşan bir topluluk…
Tüm bu gidip gelmelerin ardından mekiğin anlamını, binmem gereken geminin de hangisi olduğunu bulmuştum. Bundan sonraki serencamım, Hz. Nuh’un gemisinde sahil-i selamete ve ebedî hakikate varıncaya dek sürecekti.