Siyonist işgal rejiminin İran’a doğrudan saldırması ile patlak veren çatışmayla birlikte Orta Doğu yeniden küresel gündemin en hassas noktalarından biri haline gelmiştir. Bu gerginlik yalnızca iki ülkenin askeri kapasiteleri ve stratejik hamleleriyle sınırlı kalmayıp, aynı zamanda uluslararası güç dengelerini, bölgesel ittifakları ve halkların geleceğini de doğrudan etkilemektedir. Her iki taraf da zafer iddiasında bulunsa da bu savaşın en büyük kaybedeni Siyonist işgal rejimi olmakla beraber, yıllardır süregelen çekişmenin gölgesinde kalan bölge halkları olmaktadır.

Ancak mevcut tablo, aynı zamanda Siyonist işgal rejiminin tarihindeki en ciddi askeri ve stratejik yıkımlardan birini yaşadığını da ortaya koyuyor.

Siyonist işgal rejimi, gelişmiş askeri teknolojisi, güçlü istihbarat ağı ve stratejik kabiliyetleri sayesinde İran’a karşı birçok alanda üstünlük sağlamaya çalışmaktadır. Özellikle hava saldırıları, siber operasyonlar ve sahadaki ajanların kullanımı, Siyonist işgal rejiminin çatışmadaki etkisini artırmaktadır. ABD ve Batı’dan aldığı destekle İran’ı kısa sürede dize getirme planları yapan İsrail, İran’ın gönderdiği füzeler karşısında büyük bir şaşkınlık ve şok yaşamıştır.

İran ise doğrudan çatışmalarda zayıf görünse de bölgedeki nüfuzunu sürdürmekte ve savaş stratejileriyle Siyonist işgal rejiminin güvenliğini zayıflatmaktadır. Siyonist işgal rejimi topraklarına ulaşan İran’ın güçlü füzeleri, Siyonist işgal rejiminin hem askeri hem de psikolojik üstünlüğüne darbe vurmuş, “Demir Kubbe” savunma sisteminin ve diğer güvenlik önlemlerinin mutlak güvenlik sağlamadığı görülmüştür.

Ancak bu karşılıklı güç gösterisi, her iki taraf için de ağır bedellere yol açmaktadır. Sivil kayıplar, altyapı tahribatı ve insani krizler bölgedeki istikrarsızlığı daha da derinleştirmektedir. ”Siyonist işgal rejimininaskeri ve psikolojik üstünlüğü sorgulanır hale gelmiştir”

ABD, Siyonist işgal rejimi ile beraber hareket ederek, işgal rejiminin güvenliğini stratejik öncelik olarak kabul ederken, İran’a yönelik yaptırımlar ve diplomatik baskılarla süreci kontrol altında tutmaya çalışmaktadır. Ancak ABD’nin İsrail’e verdiği koşulsuz destek, özellikle insani krizler ve uluslararası hukuk ihlalleri bağlamında yoğun eleştirilere yol açmaktadır. Bu durum, ABD’nin bölgede tarafsız bir aktör olmadığını veSiyonist işgal rejiminin uygulamalarında başrol oynadığını ortaya koymaktadır.

Avrupa ülkeleri ise Siyonist işgal rejimine olan yakınlıklarını sürdürmekle birlikte, çatışmanın tırmanmasını önlemek için taraflara itidal çağrısında bulunmaktadırlar. Ancak Avrupa'nın Siyonist işgal rejiminin uluslararası hukuka aykırı eylemlerine karşı somut bir adım atmaması, çifte standart ve etik sorun olarak değerlendirilmektedir. İnsan hakları ve insani değerler konusunda Avrupa sınıfta kalmıştır. Siyonist işgal rejiminin İran’a yönelik suikast girişimleri ve devlet kademelerine saldırılar, uluslararası hukuka açıkça aykırı olmasına rağmen Avrupa’nın bu konuda herhangi bir yaptırım ya da net tepki ortaya koyamaması dikkat çekmektedir.

İslam ülkeleri ise bu savaşta ortak ve etkili bir duruş sergileyememiştir. Körfez ülkeleri, özellikle Suudi Krallığı ve Birleşik Arap Emirlikleri, hem İran ile ilişkilerini normalleştirme çabası içindeyken hem de İsrail ile diplomatik bağlarını sürdürmektedir. Bu durum, bölgesel aktörlerin çıkar odaklı ve ABD eksenli bir siyaset izlediğini göstermektedir.

Bazı Arap ülkeleri ise Batı ve İsrail ile dengeli ilişkiler kurarak, diplomatik denge politikası izlemektedir. Türkiye, İsrail’i sivil toplum kuruluşları gibi eleştirse de doğrudan çatışmaya dahil olmaktan kaçınmaktadır. Diğer Müslüman ülkeler ise sembolik tepkilerle yetinmekte ve somut çözüm üretememektedir. Bu durum, İslam dünyasında liderlik krizini ve ortak politika üretme konusundaki zafiyeti gözler önüne sermektedir.

Savaşın bölgesel bir çatışmaya dönüşme ihtimali ciddi bir tehdit olarak varlığını sürdürmektedir. Hürmüz Boğazı ve Kızıldeniz gibi stratejik bölgelerdeki gerilim ise küresel ticareti olumsuz etkileyebilir.

Bu süreçte, Çin ve Rusya’nın daha aktif bir rol üstlenmesi beklenirken, her iki ülkenin de somut girişimlerde yetersiz kaldığı görülmektedir. Çin, Rusya ve Avrupa Birliği’nin arabuluculuk çabalarının artması, İran ile ABD arasında yeniden başlatılabilecek nükleer müzakerelerle birlikte tansiyonun düşürülmesine katkı sağlayabilir.

İsrail’de savaşın yıkıcı etkileri iç politik istikrarsızlık, protestolar ve hükümete yönelik tepkiler ve Siyonist işgal rejiminin artık güvenli bir ülke olmadığı kabul edilmiş görünüyor. İran’da ise halkın-rejim muhalifleri dahil-devletin arkasında kenetlendiği görülmüştür. Tüm istihbarat zafiyetlerine ve güvenlik açıklarına rağmen İran, çatışmada ciddi bir direnç göstermiştir. Elbette İran da bu savaşın ardından stratejik ve askeri eksiklerini analiz ederek yeni önlemler geliştirmeye çalışacaktır.

Çatışmanın geleneksel savaş yöntemlerinin yanı sıra, siber saldırılar, dezenformasyon kampanyaları ve ekonomik yaptırımlarla sürmesi beklenmektedir. İsrail-İran gerilimi, artık yalnızca iki ülke arasındaki bir kriz değil; bölgesel ve küresel güç dengelerinin çarpışma alanı haline gelmiştir.

ABD ve Avrupa’nın çıkar merkezli politikaları ile İslam dünyasının parçalanmış tutumu, kalıcı barış umutlarını zayıflatmaktadır. Ancak, bölge halklarının çektiği acılar, tüm tarafları daha sağduyulu ve sorumlu bir yaklaşım benimsemeye zorlamalıdır. Uluslararası toplum, bölge liderleri ve özellikle İslam ülkeleri liderleri barışı tesis etmek için birlikte hareket etmelidir. Bu, Orta Doğu’nun uzun yıllar süren istikrarsızlık döngüsünden ve Gazze’nin Siyonist işgal rejiminin zulmünden çıkmasının tek yolu olabilir.