1925 yılı, Anadolu'da yalnızca bir isyanın değil; İslamî kimliğin, hilafet bilincinin ve şer'î hayat tasavvurunun hedef alındığı köklü bir kırılmanın yılı olarak tarihe geçti. Resmî tarih anlatılarında "isyan" olarak yaftalanan Şeyh Said kıyamı, hakikatte İslam'a savaş açan yeni rejime karşı yükselmiş iman temelli bir direniş hareketiydi.

Cumhuriyetin ilanından sonra hız kazanan sekülerleşme adımları, özellikle hilafetin kaldırılması, medreselerin kapatılması, şer'î hukukun tasfiyesi ve dini sembollerin kamusal alandan silinmesiyle derinleşti. Bu süreç, yalnızca bir yönetim değişikliğini değil, İslam'ın hayat nizamı olma özelliğini topyekûn reddini ifade ediyordu.

Şeyh Said Efendi, Nakşibendi tarikatına mensup, ilmiyle ve takvasıyla tanınan bir âlimdi. Bölgedeki etkisi, aşiret bağlarından çok manevî otoritesine dayanıyordu. Onu harekete geçiren temel saik; etnik, bölgesel ya da şahsî menfaatler değil, İslam'ın muhafazasıydı. Nitekim kıyam sürecinde kaleme alınan mektuplarında ve beyannamelerinde hilafetin ilgası ve dine yönelik saldırılar açıkça vurgulanıyordu.

Silahlı bir isyan değil, şer'î bir kıyam

Şeyh Said kıyamı, rastgele patlak veren bir kalkışma değil; meşru müdafaa anlayışıyla şekillenmiş bir İslamî itirazdı. Kıyamın dili "kavmiyet" değil, ümmet diliydi. Şeyh Said'in çağrısı, Kürt-Türk ayrımını aşan bir şekilde, İslam'ın izzetini savunmaya yönelikti.

Ancak rejim, bu kıyamı başından itibaren kriminalize etmeyi tercih etti. Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı, İstiklal Mahkemeleri kuruldu ve hukuk askıya alındı. Devlet, Şeyh Said'i ve arkadaşlarını dinî bir önder değil, "rejim düşmanı" olarak sundu.

Ailesi ve mirası: Susturulamayan bir hatıra

Şeyh Said yalnız değildi. Ailesi, çocukları ve yakın çevresi de bu bedeli birlikte ödedi. Aile fertleri sürgün edildi, mallarına el konuldu, isimleri dahi yasaklı hale getirildi. Amaç yalnızca Şeyh Said'i ortadan kaldırmak değil, onun temsil ettiği İslamî hafızayı da silmekti.

Buna rağmen Şeyh Said ailesi, baskılara boyun eğmedi. Nesiller boyunca bu kıyam, bir "suç" değil, bir izzet nişanı olarak anlatıldı.

İdam ve şehadet: Bir davanın son noktası değil

1925 yılında Diyarbakır'da kurulan İstiklal Mahkemesi'nde yapılan yargılama, hukuktan çok intikamın ve korkunun tezahürüydü. Şeyh Said ve 46 arkadaşı, savunma hakları dahi tanınmadan idama mahkûm edildi.

İdam sehpasında söylediği rivayet edilen sözler, onun nasıl bir bilinçle yürüdüğünü gösterir:

"Ben dinim ve davam uğrunda kıyam ettim. Bundan dolayı pişman değilim."

Bu idam, bir susturma girişimiydi; fakat sonuç vermedi. Şeyh Said, beden olarak ortadan kaldırıldı ama şehadetiyle bir sembole dönüştü. Bugün hâlâ onun adı, İslamî direnişin ve zulme karşı duruşun simgesi olarak anılıyorsa, bu kıyamın haklılığının tarih önünde tescilidir.

Resmî tarihin ötesinde bir hakikat

Şeyh Said kıyamı, resmî ideolojinin iddia ettiği gibi "gerici bir ayaklanma" değil; İslam'ın kamusal hayattan tasfiyesine karşı verilmiş meşru bir tepkidir. Onu anlamak, yalnızca geçmişi değil, bugün din-devlet ilişkilerinin hangi travmalar üzerine kurulduğunu da anlamak demektir.

Şeyh Said, bir âlim, bir mücahit ve nihayetinde şehit olarak tarihe geçmiştir. Onu anlamak, yalnızca bir şahsiyeti değil; İslam'ın bu topraklardaki mücadelesini anlamaktır.

Muhabir: Musa Azak