Ortadoğu'da onlarca yıldır süren İsrail-Filistin çatışması, yalnızca bölgesel bir sorun değil; aynı zamanda küresel güç dengeleri, dini kimlikler ve jeopolitik çıkarlar etrafında şekillenen çok katmanlı bir mesele olarak öne çıkmaktadır.

Bu bağlamda, İsrail’in Filistin topraklarında sürdürdüğü işgal, abluka ve soykırım boyutuna varan saldırılar karşısında İslam dünyasının genel tutumu önemli bir tartışma konusudur.

Sıklıkla dile getirilen ve özellikle İslami çevrelerde tekrar eden bir söylem, “İran, İsrail'e karşı hep tehditlerde bulunur, büyük laflar eder ama hiçbir zaman gerçek bir eylemde bulunmaz. İran’ın İsrail’e yönelik yalnızca söylem düzeyinde tepki verdiği ancak hiçbir somut eylemde bulunmadığı…” yönündeydi. Ancak yakın dönem gelişmeleri bu yargının yeniden gözden geçirilmesini gerekli kılmaktadır.

İslam ülkelerinin İsrail’e karşı tutumları, büyük ölçüde söylem düzeyinde kalmakta ve pratikte etkili bir direnç ortaya konulamamaktadır. Suudi Krallığı, Mısır, Türkiye ve Ürdün gibi bölgesel aktörler, genellikle diplomatik açıklamalarla sınırlı kalan tepkiler vermektedir. Öte yandan bu açıklamalar iç kamuoyunu yatıştırmaya yönelik sembolik tepkiler niteliğindedir. İsrail ile yapılan ticari, askeri ve stratejik iş birlikleri ise bu ülkelerin samimiyetinin sorgulanmasına neden olmaktadır. İsrail’e karşı bu tepkisiz ve ruhsuz duruşların temelinde:

Rejimlerin kendi iktidarlarını koruma kaygısı,

Batı ile olan ekonomik ve siyasi bağımlılık ilişkileri,

Mezhep temelli ayrışmalar ve bölgesel rekabetler

Önemli rol oynamaktadır. Böylece, İslam ülkeleri arasında ortak bir eylem zemini oluşamamakta, hatta bazı durumlarda İsrail'in politikalarına dolaylı destek sunan pozisyonlar alınabilmektedir. Öte yandan İran'ın İsrail karşıtı söylemleri yalnızca retorik olarak kalmamakta; askeri ve stratejik düzeyde sahaya yansıyan politikalarla desteklenmektedir.

Her ne kadar bu tutumlar bölgesel istikrarsızlıkla ilişkilendirilse de İsrail’in Filistin’de yürüttüğü saldırgan politikalara karşı fiili bir karşı duruşun sadece bu hat üzerinden gelişiyor olması, İslam dünyasının geri kalanını ciddi biçimde sorgulatmaktadır.

Filistin meselesi, İslam dünyasında, yukarıda değindiğimiz nedenlerden dolayı güçlü bir dayanışma oluşturamamıştır.

Bu noktada, İslami ve insani ilkeler doğrultusunda, en azından asgari müştereklerde birleşebilecek bir İslami Konsey, hem ahlaki hem de politik açıdan zorunluluk hâline gelmiştir.

Aksi hâlde, Ortadoğu’nun Amerika ve İsrail’in etkisi altında tamamen bağımlı ve parçalanmış bir yapıya dönüşmesi kaçınılmazdır.

İslam dünyasının, Filistin meselesi bağlamında sergilediği dağınık ve etkisiz tutum, sadece siyasi değil aynı zamanda ahlaki bir sorun olarak değerlendirilebilir.

“İran ve benzeri aktörlerin politikalarının eleştirilebilir yönleri” olsa da İsrail’e karşı fiili ve somut karşı duruşları, diğer İslam ülkelerinin pasifliğini daha görünür hâle getirmektedir. Artık tartışılması gereken, kimlerin konuştuğu değil, kimlerin gerçekten harekete geçtiği olmalıdır.

İslami camiaların ve İslam ülkelerinin yapması gereken; ayrıntılarda boğulmadan, mezhebi ve siyasi farklılıkları bir kenara bırakarak asgari müştereklerde buluşmak ve güç birliği yapmaktır. İslam ülkeleri, İnsan hakları, adalet ve özgürlük gibi evrensel değerler doğrultusunda ortak bir duruş geliştirmelidir. Bu anlamda İslami ve İnsani Konsey kurulması elzemdir. Çünkü Amerika ve İsrail’in anladığı tek dil güçtür. Ortadoğu'nun bağımsızlığı ve İslam dünyasının onuru ancak güçlü bir birlik ve kararlı bir duruşla korunabilir.