Türkiye ekonomisi son on yıldır sancılı bir dönüşüm sürecinden geçiyor. Orta Vadeli Programlar, reform paketleri, destek kredileri ardı ardına açıklanıyor, ancak reel piyasaya bakıldığında, üretimden ziyade ithalata yaslanan bir ekonomik seyir belirgin biçimde gözleniyor. TÜİK’in 2024 sonu itibarıyla yayımladığı veriler, bu tabloyu açıkça teyit ediyor.
İthalat yapan işletme sayısı 320.000’i aşarken, ihracat yapan işletme sayısı 180.000 civarında seyrediyor. Başka bir ifadeyle, her 100 ithalatçıya karşılık sadece 56 ihracatçı bulunuyor. Bu dengesizlik, üretim temelli büyüme iddiasının ne kadar boşaldığını gösteriyor.
Daha çarpıcı olan ise ithalatın artık yalnızca büyük sanayi gruplarının değil, mikro ve küçük ölçekli işletmelerin de temel faaliyet alanı hâline gelmesi. TÜİK’in mikro verilerine göre, 2025’in ilk çeyreği itibarıyla 1–9 çalışanı bulunan mikro işletmelerin yaklaşık %28’i, 10–49 çalışanı bulunan küçük işletmelerin ise %41’i en az bir kez ithalat faaliyetine girişmiş durumda. Bu oran, 2020’de sırasıyla %11 ve %19 seviyesindeydi. Dört yılda yaşanan bu artış, yalnızca küreselleşmenin değil, aynı zamanda içerideki yapısal zafiyetin de açık göstergesidir.
Çünkü üretim yapmak artık ithalat yapmaktan daha maliyetli bir hâl aldı. Enerji fiyatlarından lojistik giderlerine, kira artışlarından işgücü maliyetlerine kadar her kalem, küçük işletmenin sırtına yüklenmiş durumda. Devletin açıkladığı asgari ücret artışları sosyal açıdan elbette önemli, ancak üretim ekonomisini besleyecek destek mekanizmaları eş zamanlı devreye girmeyince, bu maliyet artışları işletmeleri köşeye sıkıştırıyor. Neticede mikro işletmelerin bir kısmı “üretmek yerine ithal edip satmak” seçeneğini rasyonel bir çıkış yolu olarak görmeye başladı. Bu tercihi yalnızca ahlaki bir tembellik olarak yorumlamak kolaycılık olur. Çünkü ekonominin kurgusu, işletmeyi üretimden caydırıyor.
Devlet politikalarının ithalatı kolaylaştırıp üretimi karmaşık hâle getirdiği bir düzende, işletmecinin tercihinin ne yöne kayacağı zaten bellidir. “Uğraşma kardeşim, Çin’den getir, ucuza sat” anlayışı, artık sokak arasındaki atölyenin amacı hâline gelmiş durumda. Gümrük muafiyetleri, düşük ithalat vergileri, kolay e-ticaret ithalatı gibi unsurlar da, küçük işletmelerin bile Çin, Tayvan veya Hindistan menşeli ürünlerle iç piyasada rekabet etmelerine yol açıyor. Bu, kısa vadede iç talebi destekleyebilir, ancak uzun vadede hem cari açığı büyütür hem de ülke ekonomisini kronik bir dışa bağımlılığa mahkûm eder.
Ekonominin temel amacı, üretim kapasitesini ve İhracatı artırmak, ile istihdamı kalıcı hâle getirmektir. Ancak son yıllarda açıklanan “Yeni Ekonomi Programı”, “İhracat Odaklı Dönüşüm Planı” gibi başlıklar, daha çok rakamlara makyaj yapmakla meşgul oldu. Rakamlar parlak görünürken, Anadolu’nun sanayi sitelerinde kepenklerin yarısı yarı açık duruyor. Mikro işletme sahibi bir esnaf için artık üretim yapmak, Çin’den ürün getirmekten üç kat daha masraflı hâle gelmişse, bu durum yalnızca piyasanın değil, politikanın da yanlış yönde olduğunu gösterir.
Orta Vadeli Program’ın hedefleri içinde yer alan “üretim-tabanlı büyüme” ve “ihracatla istihdam” hedefleri, makro planda kulağa hoş geliyor; ancak mikro ölçekte yankısını bulamıyor. Çünkü mikro işletme, bu programların hedef kitlesi değil, istatistiksel süsü hâline getirilmiş durumda. Oysa Türkiye’de işletmelerin %94’ü mikro ölçeklidir, toplam istihdamın yaklaşık yarısı bu kesim tarafından sağlanıyor. Yani mikro işletmeler üretimden çekildikçe, ülke ekonomisinin damarlarından biri kuruyor demektir.
Hükümetin, ithalatın kısa vadeli rahatlatıcı etkisine aldanmaması gerekir. Zira ithalatın cazibesi, üretimin meşakkatini unutturur ama bağımlılığın zincirini kalınlaştırır. Her yıl artan dış ticaret açığı, bu zincirin halkalarını görünür hâle getiriyor. Cari açığın kapanmadığı, üretim ve ihracatın tabana yayılmadığı bir ekonomide, enflasyonla mücadele, satın alma gücünün korunması veya refah artışı yalnızca istatistiksel bir yanılsama olur.
Hükümetin işletmelere yönelik hibe destekleri, faizsiz krediler, istihdam ve üretim destekleri artarsa işletmelerde bu destekler ile ürünlerini daha katma değerli ürünlere dönüştürdüğünde üretim ve ihracat yapacak böylelikle ithalat cazibesini kaybedecektir.
Bugün mikro işletmeler bile ithalatla ayakta kalmaya çalışıyorsa, bu, ekonominin “mikro düzeyde makro bir hastalığa” yakalandığının işaretidir. Gümrükteki kolaylıklar, KOBİ desteklerinin yetersizliği, üretim yatırımlarının uzun vadeli güvenceye bağlanamaması, hepsi aynı zincirin halkalarıdır. Türkiye’nin üretim ekonomisine dönmesi, yalnızca bir tercih değil, bir mecburiyettir. Aksi hâlde, ithalatın parıltılı tabelası altında üretim ruhunu kaybetmiş bir ekonomi kalır geriye.
İthalatın cazibesine kapılan mikro işletmelerin sayısı her geçen yıl artıyor, ancak bu durumun arkasında tembellik değil, sistematik bir yönlendirme var. Ekonomi politikaları, üretenin değil ithal edenin önünü açıyor. Devletin görevi, ithalat kapılarını genişletmek değil, üretim atölyesinin ışığını açık tutmaktır. Çünkü üretmeyen bir ülke, dışarıdan getirdiği her üründe, aslında kendi geleceğini ithal eder.