DİYARBAKIR'DA RAMAZAN

Abone Ol

Loading...

Zaman makinasını filmlerde izlemişiz…  Oyuncuyu ve izleyiciyi farklı zaman ve mekanlara götürdüğünde kendimizi o zamanda hissederiz bir an.

Zaman makinası denilen şey sanal olup bir masaldan ibaret.

Anılar, hatıralar ve hatıratlar benim yanımda zaman makinasından daha değerli olduğunu söyleyebilirim.

Çünkü anılar, hatıralar ve hatıratlar hayatta yaşanmış gerçeklerden ibaret olup, bizleri mazinin güzel günlerinde buluşturmasıyla birlikte, ruh ve gönül dünyamızı da okşar.

Birer gerçek hayat hikayesinden ibaret olan hatıralar ve anılar bizleri tarihin geçmişine götürüp seyran eyler. Bazıları buna "nostalji" diyor, ama ben bizim "özümüz ve gerçekliğimiz" diyorum.

Bundan 50 yıl öncesine bir yolculuk yapalım, ama zaman makinasıyla değil, anı ve hatıralarla yolcuk yapalım.

Diyarbakır'ın 50 yıl önceki sokaklarında tur atıyoruz. Mübarek Ramazan ayındayız.

Diyarbakır'da o günlerde oruç tutmamak büyük bir günah ve ayıp sayılırdı. Kimi günaha girmemek için kimi de ayıplanmamak için mutlaka orucuna dikkat ederdi.

Ulu orta yerde kimse orucunu yemezdi. Oruç tutana saygı ve hürmet vardı.

Hatta çok çok eskilere gittiğimizde ehli kitaptan olan komşular bile ramazan ayında komşularına saygı olsun diye oruç tutmadıkları halde orta yerde yemezlermiş.

Dedik ya her kes oruçlu, iftar hazırlığı var. Bağlar Dörtyol'unda şerbetçiler şerbet satıyorlar.

İftara doğru Bağlar sokaklarında geçerken her evin mutfağında pişen güzel yemeklerin kokusu sokakları kaplıyor.

Balıkçılar Başına doğru yürüyoruz. Eski hal dediğimiz o zamanın sebze haline varmak üzereyiz. Halka tatlılar, şerbetler, limonlar satılıyor.

Millet sıraya girmiş, kapış kapış limon ve şerbetler alınıyor. Halka tatlının satıldığı arabanın önünde de kalabalıklar oluştu.

Diyarbakırlılarda bir telaş her kes iftar hazırlığı yapıyor. O zamanlar 7'den 70'e herkes oruç tutardı.

Hatırlıyorum çocuktum, daha ilkokula gitmiyordum. O gün oruç tutmuştum. Rahmetli dedem orucumu satın almak istedi. Ama ben orucumu satmadım. O zamanlar çocuklar yarım gün oruç tutarlardı. Öğleden sonra oruçları satın alınırdı. Amaç çocukları hem oruca alıştırmak hem de çocuğa ibadeti sevdirmekti. Nitekim öyle de yapılıyordu.

Diyarbakır sokakları çok mübarekti o günlerde, hiç kimse orucunu yemiyordu, ulu orta yerde. Haya, edep ve utanma vardı. Oruç tutmayan varsa gidip gizliden yiyordu. Oruç tutanın hakkına girmemek ve orucuna saygısızlık yapmamak için hassasiyet gösteriliyordu.

İftar vakti yaklaştığında sofralar kurulmadan önce mutlaka her kes kendi evinde pişirmiş olduğu yemeği komşularına da götürürdü. Ramazan o günlerde farklı bereketliydi. Niçin bereketli olmasın! o gün dayanışma ve yardımlaşma vardı. Rahmet ayı kendini herkese gösteriyor ve yüzleri güldürüyordu.

Maşallah böyle karşılıklı mahalleli birbirlerine yaptıkları yemekleri götürünce sofra Halil İbrahim sofrasına dönüşüyordu. Bir kuş sütü eksikti sofralarda dersem abartmamış olurum.

Bu mübarek ayda en çok fakir fukara, garip guraba sevinirdi. On bir ayın sultanı yüzleri güldürürdü. Yılda bir kez de olsa evlerinde ramazanın bereketi hiç eksik olmuyordu. Bu yüzden Diyarbakır'da ramazan fakirin güldüğü, zenginin paylaştığı, yardımlaşma ve dayanışmanın zirve yaptığı mübarek bir aydı.

Tabi o günün Diyarbakır'ından bugünün Diyarbakır'ına doğru birçok şey değişse de özümüz itibari ile dindar bir toplumuz. Bizleri Rabbimize götüren güzel gelenek ve göreneklerimiz vardır.

Bir Diyarbakırlı olarak yine eskisi gibi güzel günlerimizi yaşayabilir, çocuklarımıza ve gelecek nesillerimize yaşatabiliriz.

Bol bereketli güzel ramazanlar dileğiyle Hayırlı iftarlar…