BİR TOPLUM NASIL SESSİZCE DAĞITILIR?

Abone Ol

Toplum olarak yok oluşa doğru sürükleniyoruz. Değerlerimize, inancımıza, kültürümüze ve kimliğimize yabancılaştırılıyoruz. Bir kanser hücresinin sinsiliği kadar sinsi ve birde o kadar hızlı bir yok oluşun tehlikesini yaşıyoruz.

Kürtleri namus, gayret, izzet ve şerefinden uzaklaştırıp sapkın LGBT örgütlerine peşkeş çektiren DEM parti ve uzantıları azdıkça azıyor.

Tarihte toplumların yıkılmasının ve öz değerlerinden uzaklaştırmasının iki yolu olmuştur: Ya dışarıdan zorla işgal edilirsiniz ya da içeriden, fark ettirilmeden çürütülürsünüz. İkinci yol daha zahmetsizdir, daha kalıcıdır ve ne yazık ki bugün tam da bu yöntemle karşı karşıyayız.

Son yıllarda dünyada yükselen ve “özgürlük”, “hak”, “bireysellik” ambalajıyla sunulan cinsiyetsizlik ideolojisi, artık Türkiye’ye de açıkça entegre edilmeye çalışılıyor. Sosyal medya eliyle çocukların ve gençlerin zihinleri bulanıklaştırılıyor, kimlik algıları sarsılıyor. Bunun masum bir kültürel değişim olduğunu düşünenler ya çok saf ya da olup biteni görmek istemiyor.

Çünkü mesele bireysel tercihler meselesi değildir. Mesele, toplumun en küçük ama en güçlü yapı taşı olan ailenin hedef alınmasıdır. Aileyi dağıtırsanız toplumu savunmasız bırakırsınız. Aile zayıflarsa değerler çöker, değerler çökerse toplum yönünü kaybeder. Yönünü kaybeden bir toplumu yönetmek ise son derece kolaydır. Bu, tarihin defalarca kanıtladığı “böl, parçala, yönet” stratejisinin güncellenmiş hâlidir.

İnancımız bu konuda son derece açıktır. Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz, insanı bir erkek ve bir dişiden yarattığını bildirir. Bu, sadece biyolojik bir hakikat değil; aynı zamanda toplumsal düzenin, neslin ve ahlaki dengenin temelidir. Buna rağmen bugün, bu fıtratı yok sayan akımlar “ilericilik” adı altında meşrulaştırılmak isteniyor.

Geçtiğimiz günlerde Diyarbakır’da “Barış için LGBTİ+ İnisiyatifi” adı altında bir yapının genel kurul gerçekleştirmesi, meselenin geldiği noktayı açıkça göstermektedir. Ankara’dan İstanbul’a, İzmir’den Van’a birçok şehirden katılım sağlanması ise bunun yerel değil, planlı ve örgütlü bir süreç olduğunu ortaya koymaktadır.

Burada sorulması gereken soru şudur:

Gençleri koruduğunu iddia edenler, gençlerin zihninde kimlik karmaşası oluşturan bu faaliyetleri nasıl savunabiliyor? Bir yandan “toplumsal değerler” vurgusu yapıp diğer yandan bu değerlerle açıkça çelişen oluşumlara alan açmak nasıl bir tutarlılıktır?

Diyarbakır sıradan bir şehir değildir. Asırlardır maneviyatıyla, inanç mirasıyla, kültürel dokusuyla bilinen bir şehirdir. Böyle bir şehirde, toplumun büyük çoğunluğunun değerleriyle uyuşmayan etkinliklerin “normalleşme” adı altında yapılması, sadece bir tercih değil; açık bir yönlendirmedir.

Bugün festivaller, konserler, çeşitli etkinlikler derken, toplumun temel hassasiyetleri adım adım aşındırılıyor. Asıl tehlike ise bu sürecin olağanlaştırılmasıdır. Değerleriyle, inancıyla, kültürüyle taban tabana zıt fikirlerin hızla yayılması asla normal değildir; normalleştirilmeye çalışılmaktadır.

Bir toplumun başına gelebilecek en büyük felaket, başına ne geldiğini fark edememesidir. Daha da kötüsü, bu süreci sorgulamayı bırakmasıdır. Bugün yaşadığımız tam olarak budur: Göz göre göre yönünü kaybeden, pusulası bozulan ve bunu sorgulamak yerine alkışlayan bir toplumsal akıl tutulması.

Soruyorum:

Bu halk daha neyi görmeli?

Hangi kırılma noktasında “dur” demeli?

Değerlerini kaybeden bir toplumun geriye neyi kalır?

Gerçeklerle yüzleşmek zorundayız. Kimliğimizi, inancımızı ve kültürel mirasımızı korumak “gericilik” değil, var olma meselesidir. Uyanmak zorundayız. Çünkü gözlerini kapatanlar, bir gün uyandıklarında her şeyin ellerinden kayıp gittiğini fark edebilirler.

Ve o gün geldiğinde, “Biz bunu nasıl göremedik?” demenin hiçbir anlamı kalmayacaktır.